SonTahlil

Tasarım politiktir.

28 Şubat 2010 Pazar

2010 Stokholm Mobilya Fuarı: Üretim artık zihinlerde olsa da, meseleler hala bedensel

Radikal Gazetesi’nin 28 Şubat 2010 tarihli Tasarım Eki'nde yayımlanan ikinci yazım.

---

İsveçli mobilya devi Ikea'yı ziyaret etmiş olanların dikkatinden kaçmamıştır. Firmanın mağazalarında sergilenen hemen her ürünün yanında tasarımcısının ismi ve resmini içeren bir pano hazır bulunur. Bu panolar, sanayi sonrası toplumların tasarıma yaptığı vurgunun açık bir göstergesidir. Sonuçta dünyanın son birkaç onyılda sahne olduğu gelişmeler, böylesi toplumların küresel rekabet stratejilerini "İsveç malı"ndan çok "İsveç tasarımı" benzeri bir söylem üzerine kurmasını kaçınılmaz kılan şartları yaratmıştır.

İşte, Ikea'nın memleketinde düzenlenen 2010 Stokholm Mobilya Fuarı'nın da her köşesi benzer bir söylemin izlerini taşıyordu. "%100 Norveç" ve "%101 Brüksel Tasarımı" gibi başlıklar altında kurulan sergiler, ulusal/yerel değer yaratımında tasarımın gücünden faydalanmak amacındaydı. Dahası, fuarda tasarıma yalnızca belirli standlar özelinde değil, tüm fuarın kurumsallığı seviyesinde vurgu yapılması söz konusuydu. Örneğin, alışılagelmiş bir fuar kataloğunda bulunan firma ve ülke dizinlerinin yanı sıra, Stokholm Mobilya Fuarı'nın resmi kataloğunda bir de tasarımcı dizini yer alıyordu. Tasarım ve tasarımcılar fuarda her anlamda başroldeydi.

%101 Brüksel standından bir görüntü. (Fotoğraf: Fien Muller)

Tasarıma böylesi önemli bir rol biçilmesi fikri muhtemelen ülkemizdeki tasarımcıların hayallerini süslerken, üreticiler içinse oldukça şaşırtıcı olabiliyor. Nitekim, Stokholm'deki fuara Türkiye'den katılan iki firmadan biri olan Sertex'in temsilcisiyle yaptığım görüşmede de kendisi "yahu, burada gerçekten her şey tasarım üzerine" derken benzer bir şaşkınlığı dile getiriyordu. Ancak, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün'ün geçenlerde söylediklerine bakılırsa, bu şaşkınlığın yerini çok yakında bir olağanlaşmanın alacağını söyleyebiliriz. Ergün, geçtiğimiz ay Türk Tasarım Danışma Konseyi bünyesinde gerçekleştirilen Tasarım Strateji Belgesi ve Eylem Planı Çalıştayı'nda adeta Türkiye'nin sanayi sonrası topluma geçişi tamamladığını resmi ağızdan beyan etmiş oldu. Bakan, dünyanın yaşadığı değişim sonucu seri üretimin eski önemini yitirmeye başladığını belirterek, üretimin "artık fabrikalarda değil, zihinlerde" yapıldığını söyledi. Ergün ayrıca, tasarımın bir hedeften ziyade bir süreç olduğunu, bu nedenle tasarımla ilgili hedeflere ulaşmanın yeterli olmadığını, ulaşılan seviyede istikrar ve süreklilik kazanmak gerektiğini kaydetti.

Stokholm Mobilya Fuarı'nda dikkat çeken ürünler, tam da, böyle bir sürekliliğin tasarıma yalnızca söylem seviyesinde verilecek bir önemle kazanılamayacağını kanıtlar gibiydi. Üretimin bedenlerden zihinlere kayması ve bu değişimin resmi otoriteler tarafından zamanında tespit edilmesi, ülkemiz tasarımcılarına hayallerindeki altın çağı yaşatacak gibi gözüküyor olabilir. Ancak tasarımın kendisine biçilen rolü hakkıyla yerine getirebilmesinin yolu büyük ölçüde tam da bu kökten değişimin yol açtığı yeni yaşam koşullarını dikkatlice inceleyebilmesinden geçiyor. Nitekim, Stokholm Mobilya Fuarı da tasarımın böylesi hassas bir tavır sayesinde fark yaratmayı başardığı örnekleri barındırıyordu.

Greenworks firmasının "Moving Hedge" adlı ürünü


Sanayi sonrası toplumdan yükselen somut ihtiyaçları kendisine dert edinen tasarımların eğildiği meselelerin başında ofis yaşamının yarattığı ciddi sağlık sorunları geliyor. Fuardaki tasarımların, söz konusu meselelerin çözümü adına, yoga ve pilates gibi Batı'da popüleritesi gittikçe artan egzersiz yöntemlerinden ilham aldığı dahi görülüyordu. Ancak, yetkililer bu tasarımların geliştirilmesinde böyle ilham kaynaklarından faydalanmanın yanı sıra, bilim adamlarıyla yapılan sistematik çalışmaların da büyük yardımı olduğunun ısrarla altını çizdiler. Nitekim bele ve boyna binen yüklerin gün içinde farkında olmadan yapılacak küçük egzersizler sayesinde azaltılabilmesini sağlayan bu tasarımlar, gerçekten de bir bilimsel araştırmanın hassasiyetinden izler taşıyordu. Söz konusu tasarımlara örnek olarak Salli'nin 'Saddle Chair,' Topstar'ın 'Sitness' ve Backapp'ın firmayla aynı adı taşıyan sandalyeleri verilebilir. Elbette, ofis yaşamının gündeme getirdiği meselelerden tasarımın gündemine girenler yalnızca bel ve boyun sağlığıyla ilgili olanlar değildi. Örneğin Greenworks adlı firmanın sergilediği 'Moving Hedge' adlı ürün, iç mekanlardaki düşük hava kalitesini kendine dert edinmişti. Firmanın 'yaşayan mobilya' olarak tanımladığı ürün tarihteki ilk 'kendini sulayabilen taşınabilir duvar bitkisi' olma özelliğini taşıyor. Ürünü, her biri iki metrekare alana sahip iki yüzünün de yoğun biçimde bitkilerle kaplı olduğu bir separatör olarak da nitelendirmek mümkün. Moving Hedge'in tasarımcıları ürünü geliştirirken sahip oldukları amacın iç mekanlarda oksijen oranının dengelenmesi yoluyla cilt kuruluğu ve baş ağrısı gibi sorunların çözümüne yardımcı olmak olduğunu belirtiyorlardı.

Backapp ve Sitness adlı sandalyeler

Stokholm Mobilya Fuarı'nda Batı dünyasındaki gündelik yaşamın içinden çıkan belirli sorunlara uzmanlaşma derecesinde eğilen firmaların son derece ilginç bir ortak özelliği de, her birinin yalnızca belirli bir soruna odaklanması. Söz konusu firmalar tüm ticari faaliyetlerini yalnızca odaklandıkları sorunları çözmek amacıyla geliştirdikleri tek bir ürün tipi üzerine yoğunlaştırıyorlar. Görünen o ki, tasarım gerçek sorunlara eğildiği zaman, yalnızca tek bir mesele etrafında karlı iş modelleri kurduracak kadar önemli bir rol oynayabiliyor. Sanırım, ülkemizde de tasarımın üstleneceği yeni rollerin öneminin söylem seviyesinde kalmamasının yolu biraz da tasarımın takip eden değil, takip edilen olmasından geçiyor.

Etiketler: , , , , , , , , ,

Belleğin tasarımı: Geçmiş trajedilerin tekrar etmemesi nesnelerle mi mümkün, fikirlerle mi?

Radikal Gazetesi’nin 28 Şubat 2010 tarihli Tasarım Eki'nde yayımlanan bir yazım.

---

Arat Dink, babasına düzenlenen suikastin geçtiğimiz Ocak ayındaki yıldönümünde Agos Gazetesi'nin penceresinden doğaçlama bir konuşma yaptı. Konuşması sırasında Dink'in ağzından aslında tasarımı da çok yakından ilgilendiren samimi birkaç söz döküldü: "Babamın büstü var içeride, onu kırmak istiyorum. Ben büstleri değil, insanları seviyorum." Dink'in bu yakarışı ilk bakışta anın duygusallığıyla, çok da ölçüp tartılmadan söylenmiş birkaç söz gibi gözükebilir. Ne var ki, aynı sözlerin aslında geçmişi hatırlatmak üzere 'tasarlanmış' nesnelerin bellekle olan sorunlu ilişkisini gözler önüne seren bir çağdaş tasarım eleştirisi görevi gördüklerini söylemek mümkün.

Gerçekten de esas amaç hatırlamak, anmak ve geçmişte yaşanan olumsuzlukların gelecekte tekrarlanmasının önüne geçmekse, tasarımın alışılmış çözümü olan nesnelerin buna ne kadar hizmet ettiği oldukça su götüren bir mesele. Burada bahsettiğimiz ister bir büst isterse bir müze binası olsun, böylesi 'nesne'lerin, trajedilerin anısını yaşatmaktan çok, onları sonsuza kadar geçmişe gömmeye yaradıkları söylenebilir. Hatta, yakın tarihimiz benzeri tradejilerin araçsallaştırılmaları sonucu bambaşka amaçlara hizmet eder hale geldiği onlarca örnekle de dolu. En masum haliyle 'karanlık turizm' (dark tourism) olgusunda vücut bulan böylesi bir araçsallaştırmanın, en kötü durumlarda ise yeni trajedileri yaratacak kitlelerin harekete geçirilmesi için kullanılan ritüellerin birer dekoruna dönüştüğü de sıkça görülüyor. Nitekim, Orhan Pamuk'un son romanı Masumiyet Müzesi'nin kahramanı Kemal de yitirdiği sevgilisi anısına kurmak istediği müzeyle ilgili ne diyordu: "Müzemle yalnız Türk milletine değil, dünyanın bütün milletlerine yaşadığımız hayat ile gururlanmayı öğretmek istiyorum. Gezdim, gördüm: Batılılar gururlanırken, dünyanın büyük çoğunluğu utanç içerisinde yaşıyor. Oysa hayatımızdaki utanç verici şeyler bir müzede sergilenirlerse, hemen gururlanılacak şeylere dönüşürler" (2008. İstanbul: İletişim Yayıncılık A.Ş. Sayfa 571-2).

Nükhet İpekçi babasının kanlı gömleğini NTV canlı yayınında kameralara gösterirken

Hal böyleyken, geçtiğimiz günlerde ülkemizde müze tartışmalarına ivme kazandıran bir gelişme de Abdi İpekçi suikastinin yıldönümünde yaşandı. Nükhet İpekçi, NTV'de çıktığı canlı yayında babasının kanlı gömleğini kameralara göstererek gerçek faillerin bulunması çağrısında bulunurken, bir yandan da benzer biçimde kurban edilen gazetecilerin eşyalarının sergileneceği bir müze kurma fikrinin gündeme gelmesine yol açtı. Ancak, muhtemelen en zihin açıcı nitelikteki görüş söz konusu gazetecilerden Uğur Mumcu'nun kızı Özge Mumcu'dan geldi. Mumcu, suikaste kurban giden kişilerin "sadece eşyaları değil, fikirleri de böyle bir müzede yer bulmalı" dedi.

Mumcu'nun nesnelere karşı öne çıkardığı 'fikirler' kavramı, aslında tasarım için yeni ufuklara işaret ediyor. Nitekim, son yıllarda, fikirlerin temsili ve yaşatılmasına odaklanan ve bu anlamda bellek ve tasarım ilişkisine dair alışılmışın dışında yaklaşımlar geliştirme çabasında olan yaratıcı işlerle karşılaşıyoruz. Söz konusu işlere verebileceğimiz en iyi örneklerden biri, Rafael Lozano Hemmer'in tasarladığı ve Meksika'nın başkenti Mexico City'ye yerleştirilen 2008 tarihli Voz Alta (Yüksek Ses) projesi. Hemmer'e verilen iş tanımı, Tlatelolco öğrenci katliamının kırkıncı yılı anısına bir tasarım yapmaktı. O da alışılagelmiş nesne odaklı bir çözüm yerine, katliamın meydana geldiği "Plaza de las Tres Culturas" meydanına yerleştirilecek ve her arzu edenin kullanabileceği bir megafon tasarladı. Bu megafon bir yandan katılımcıların 'seslerini yükseltmelerini' sağlarken, diğer yandan da meydanı tarayan 10 kilowattlık bir projektörü kontrol ediyor. İşin ilginci bu projektörün etkinliğinin megafondan gelen ses dalgalarına göre değişiyor olması: Megafondan duyulan sesin yüksekliğine göre projektörün yaydığı ışığın parlaklığı artıyor ya da azalıyor; konuşan olmadığı zamansa ışık sönüyor. Meydandaki ışığın sönük kaldığı anlarda, bu kez meydanın karşı yakasındaki Kültür Merkezi binasının çatısında bulunan üç projektör, arşivlerde bulunan görgü tanıkların ifadelerini, aydınlar ve siyasetçilerle yapılmış olan röportajları, '68 yılından kalan radyo kayıtlarını ve şarkıları ışığa dönüştürmek suretiyle harekete geçiyor. Ayrıca megafona konuşanların ne dediğini merak edenler FM 96.1 frekansından yayın yapan Radio UNAM'a bağlanarak kent sakinlerinin yorumlarını dinleyebiliyor. Böylece, aslında bu trajik olayın hatırasının 'şimdiki zaman'da gerçekleşen katılımla harmanlanlanarak yaşatıldığı söylenebilir. Binlerce insanın katıldığı projede hiçbir sansür ya da kontrol uygulaması yapılmamış. Haliyle, megafondan seslendirilen mesajlar da katliamın tanıklarının ifadelerinden, sıradan vatandaşların evlenme tekliflerine kadar uzanan büyük bir çeşitliliğe sahip. Hemmer'in tasarımının bu özelliği de, böylesi trajik bir olayın ve ona tanıklık etmiş olan kent mekanının günlük gerçeklikten koparılarak mitleştirilmesini önlüyor olsa gerek.

Rafael Lozano-Hemmer'in "Voz Alta" adlı tasarımı.
(Fotoğraf
: Antimodular Research and Alejandro Blázquez)

Yunanistan'da geçen seneki eylemler sırasında genç göstericilerin Nazi işgaline karşı mücadele vermiş bir direnişçi olan Kostas Perrikos'un büstünü barikat yapmak için kullanması epey tartışılmıştı. Eski tüfekler gençleri tarihi bilmemekle ve geçmiş kahramanlara saygısızlık etmekle suçluyordu. Gelgelelim, Yunanistan'daki gençlerin de aynen Arat Dink gibi büstlerin gerçekte neye hizmet ettiğinin ayırdına vardıklarını söyleyemez miyiz? Tasarım söz konusu olduğu zaman, böylesi nesnelerin 'geçmişteki olumsuzlukların tekrar yaşanmasını önleme' benzeri bir işlevi yerine getirmekte çok da başarılı olamadığını yakın tarih bize kanıtlıyor. O halde, kullanıcılar olarak yapmamız gereken belki de aynen gençlerin kullanım tercihinde görüldüğü gibi elimizdeki büstlere yeni işlevler yükleyerek onlara hayat katmak; etrafında yaratılan mitleri yıkarak onları 'insanlaştırmak.' Tasarımcılar olarak ise meseleye katkımız, yeni ritüellere hizmet edecek 'ölü' nesnelerden çok, Hemmer gibi, fikirlerin ve duyguların özgürce dile getirilmesini sağlayacak, devingen aracılar üretmek sayesinde gerçekleşebilir.

Etiketler: , , , , , ,

21 Şubat 2010 Pazar

Yurttan Tasarım Meseleleri (14)

Ulusal basında karşılaştığım günlük haberlerden, üzerine tasarımın da söyleyecek bir sözü olabileceğine inandıklarımı "Yurttan Tasarım Meseleleri" başlığı altında bu blog'a taşıyorum.

Birgün Gazetesi'nde 18 Ocak 2010 tarihinde yayınlanan Serap Erdoğan'ın "Unutuşun Dikenli Yatağı" adlı yazısından alıntıdır. [Kaynak: http://birgun.net/city_index.php?news_code=1265369421&year=2010&month=02&day=05]

BİREYİN BELLEĞİNDEN TOPLUMUN BELLEĞİNE
Toplum kuramcısı Maurice Halbwachs, tek tek bireylerin anıları ve toplumsal bellek arasında da buna benzer bir ilişki olduğunu öne sürmektedir. Halbwachs’a göre topluluklar bireylere, içine anıları bir yerlere yerleştirdikleri çerçeveler sunar ve anılar sanki bir haritaya işaretlenir gibi toplumsal belleğin kılavuzluğunda bireylerin belleğine yerleşir. Toplumsal bellek söz konusu olduğunda üzerinde en çok durulan kavramlardan biri, bu bilgilerin kuşaklar arasında nasıl aktarıldığı ve aktarılacağı sorusudur.
Elbette ki ilk akla gelen, alışkanlıklar, gelenekler, şarkılar, atasözleri, anıtlar, müzeler ve kitaplar yoluyla bilgilerin kuşaktan kuşağa iletilmesidir. Paul Connerton, özellikle anma törenleri ve bedensel pratiklerin toplumların anımsamasında önemli role sahip olduklarını vurgular. Burada bahsedilen, belki de yüz yıllar boyunca tekrarlanılarak aktarılan, araçsal eylemler olmaktan çok dile getirici özellikte ve gerçekleştirenlerin yaşamına değer ve anlam kazandırma gücüne sahip değişmez ritüellerdir. Dini törenlerin pek çoğu bu tür törenlere örnek olarak ele alınabilir.
Kayıplarımızın ardından onları hatırlamak ve hatırlatmak adına düzenlediğimiz törenler ise bir bilginin aktarılmasındaki sürekliliğin sağlanması açısından bu törenlere benzerlik taşısa da, biçim ve içerikleri farklılık göstermektedir. Psikolojik isteklerimizi ve çatışmalarımızı temsil etmeleri için hayatın pek çok aşamasında, pek çok anlam yükleyerek nesneleri kullanırız. Komplike yas yaşayan kişilerde de, kaybettikleri kişiler ve ilişkilerle bağlarını bir anlamda sürdürebilmek için çeşitli eşyaların kullanıldığı izlenmiştir. Psikanalist Vamık Volkan’ın “bağlantı nesneleri” olarak adlandırdığı bu eşyaları, kaybettiklerimizden kalan ve anı değeri taşıyan eşyalarımızla karıştırmamak gerek. Ölen annemizden kalan yüzüğü hiçbir sıkıntı hissetmeden taşıyabiliriz üzerimizde. Bağlantı nesneleri ise genellikle ne gözümüzün önünde durmasına ne de ortadan kaybolmasına dayanamadığımız, kaybımıza dair yaşadığımız öfke ve kederi üzerinde taşıyan nesnelerdir. İşte kaybettiklerimizin hatırası için düzenlediğimiz törenlerin, çözülmeyen, çözülemeyen yaslarımızla birer bağlantı nesnesine dönüşmesine izin vermememiz gerek. Eğer anma törenleri ölümün dondurulduğu anlar olarak kalırsa anlamsızlaşacak ve giderek sadece şekilsel kısmı aktarılan toplantılar haline gelecektir. Tıpkı İstiklal Marşı’nı “o-be”, “nimmilletimin” diye öğrenen çocuklar gibi. Hatta belki de hala öyle söyleyen yetişkinler… Amaç hayata aktarılamadıkça yıldönümleri, sadece acılı insanların bir araya gelip dertlerini tazeledikleri, birbirlerinin varlığından teselli bulup bir sonraki buluşmaya kadar yaralarının üzerini örttükleri buluşmalardan ibaret kalacaktır. Ne yitirdiklerimiz ne de geleceğimiz bunu hak etmiyor.

Etiketler: , , ,

20 Şubat 2010 Cumartesi

Yurttan Tasarım Meseleleri (13)

Ulusal basında karşılaştığım günlük haberlerden, üzerine tasarımın da söyleyecek bir sözü olabileceğine inandıklarımı "Yurttan Tasarım Meseleleri" başlığı altında bu blog'a taşıyorum.

Birgün Gazetesi'nin 27 Ocak 2010 tarihli, 13:17 saatli haberinden alıntıdır. [Kaynak: http://birgun.net/city_index.php?news_code=1265369421&year=2010&month=02&day=05]

Yazan: HÜRRİYET ÖĞDÜL (Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi)

KÖY KANUNU DEĞİŞİYOR; KÖYLERDE DE DÖNÜŞÜM OLSUN!--------13:30 05 Şubat 2010

1924 tarihli Köy Kanunu Cumhuriyet’in modernleşme projesinin bir parçasıydı. Kanun, modern yaşamın kurulmasıyla ilgili altmış dokuz adet mecburi ve isteğe bağlı görevi tanımlayarak köy halkını bunları yerine getirmekle yükümlü kılmıştı. Kanunun tüm maddeleri uygulandığında ortaya “İdeal Köy Modeli” çıkıyordu. İdeal köy, meydanı, köy odası, düzgün ağaçlandırılmış yolları, panayır yeri, hayvan kesim alanı, spor sahaları, asri mezarlığı ile modern, hijyenik bir yerleşme olarak öneriliyordu. Hatta daha sonra ışınsal yolları, dairesel bir formu olan bir plan geliştirildi. Zamanında bazı köyler “ideal köy” olarak planlandı. Kanunda köyün mekânsal biçimlenmesi yanında, modernleşme sürecinde bazı temel davranış biçimlerinin edinilmesi için gerekli kurallar da uzun uzun anlatılmıştır.
Bugün bakıldığında, 442 sayılı Köy Kanunu Cumhuriyet tarihinin en ilginç kanunu olmayı hak ediyor. Kanunda sanki bir çocukla konuşur gibi sade, basit bir anlatım var, hatta kanunun köy okullarında okutulması yine bir maddesinde zorunlu tutulmuş. Köylüye verilen görevler son derece ayrıntılı. Örneğin yapılması mecburi işler arasında yer alan okul ve içme suyunun getirilmesi görevleri ayrıntılı olarak şöyle anlatılmış; “Köyde maarif idarelerinin vereceği örneğe göre bir mektep yapmak (yeniden yapılacak ise köyün en havadar bir tarafına yapılacak ve mektebin herhalde bir bahçesi bulunacaktır)”, “Köye kapalı yoldan içilecek su getirmek ve çeşme yapmak, köyün içtiği su kapalı geliyorsa yolunda delik deşik bırakmamak ve mezarlıktan veya süprüntülük ve gübrelikten geçiyorsa yolunu değiştirmek”
İlk Belediye Kanunu’ndan bile önceki bir tarihte çıkarılan Köy Kanunu, bugüne kadar yenilenmeyen az sayıdaki kanundan biridir. Kanun, seksen altı yıl içinde sadece birkaç kez değiştirildi. 1939’da savaş sırasında salma konuldu, 1963’te seçimlerle ilgili bir madde ve 1985 ve 1989’da geçici köy korucularıyla ilgili maddeler eklendi. Yani Köy Kanunu’nda sadece vergi toplama, oy alma ve güvenlikle ilgili konularda değişiklik yapma gereği duyuldu.
Geçen süre boyunca Türkiye birkaç güçlü göç dalgası yaşadı, bazı köyler boşalırken, bazılarında aşırı yığılmalar oldu. Kimi köyler, kentlere benzer şekilde hızlı büyüme, kaçak yapılaşma, doğal kaynakların tüketilmesi, arazilerin ranta konu olması gibi sorunları yaşar hale geldi.
Öte yandan geçen yıllar içerisinde dünyada kırsal alanlar yeni bir döneme girdi. Birincisi, yirmi yıl öncesine kadar gelişmeyi geriden takip eden, sermaye akışlarında pürüzlü ortamlar sunan kırsal alanlar artık eskisi gibi değil. Küresel tarım politikaları sonucu devletin koruyucu rolünün giderek azalması ve tarımsal üretimin uluslararası anlaşmalar çerçevesinde biçimlenmesiyle, kırsal alanlar daha savunmasız hale dönüştü; çiftçinin gelirleri azaldı. Kırsal yoksulluk zaman içinde giderek daha ciddi bir soruna dönüşüyor.
İkincisi, artık kırsal alanlar eskisi gibi devletin biçimlendirdiği merkezi kurumsal yapılarla yönetilmiyor. Erozyona uğrayan bu yapıların yerine güçlü sivil örgütlenmeler konulmadığı sürece, kırsal alanların geleceği sermaye tarafından daha fazla biçimlenir hale gelme eğilimi taşıyor. Yani kırsal alanlarda en önemli konu yerel örgütlenmelerin güçlendirilmesi.
Tasarı Taslağı Neler Getiriyor?
2009 yılı Aralık ayının sonlarına doğru İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü yeni Köy Kanunu Tasarı Taslağı’nı kurumların görüşüne sundu. Belki de şu aralar taslak oluşturulmuş bile olabilir. Bu taslak kırsal alanlarla ilgili çok önemli değişiklikler getiriyor. Tümünü bir yazıda ele almak zor, ancak birkaç konu var ki mutlaka geniş platformlarda tartışılması gerekir.
Gerekçe kısmında belirtildiği gibi, kanunun değiştirilme amacı, son beş altı yıldır mahalli idare sisteminde yapılan değişiklikler sırasında eksik kalan parçayı –köy idaresini- bu yapılanma içinde yeniden düzenlemek. Taslak köy idaresinde olumlu-olumsuz birçok değişiklik getirmekte, aynı zamanda belki de amacını aşan derecede mekânsal sorunlara da yol açabilecek bir içerik taşımakta. Taslağın bir de planlama mesleği açısından değerlendirilmesi bu nedenle önemli.
İlk olarak köy idaresi ile ilgili birkaç önemli değişiklik şöyle özetlenebilir: ihtiyar heyetinin kaldırılarak onun yerine köy meclisinin getirilmesi; muhtara ödenek ayrılması; köyün bağımsız bütçesinin olması; köylerin nüfuslarına göre gruplanması; ve köyün görevlerinin, bütçe payının, köy meclis üye sayılarının bu gruplara göre belirlenmesi. Bunların yanı sıra tartışılması gereken başka konular da var elbet: köylerin kurulması için nüfus eşiğinin belirlenmesi (250 kişi), tüzel kişiliğin sona erdirilmesi, köylerin taşınma kararının verilmesi, köy adlarının değiştirilmesi ve köylerin Türkiye Köyler Birliği’nde temsil biçimleri.
Yerel kaynakların kullanılması, yerel örgütlenme, ifade ve temsil gücü açılarından bu değişikliklerin daha derinlemesine müzakere edilmesi gerekiyor.

Yoksa Kırsal Dönüşüm mü?
Taslağın heyecan verici yanlarından sonra, kâbusa dönüşme ihtimali yüksek bir kısmına geliyoruz: Köy yerleşmelerinin planlanması. Yürürlükteki kanuna 1987 yılında eklenen 7 maddeyle köylerin nasıl planlanacağı tarif ediliyor.
Buna göre “Köy Yerleşme Planı”, donatı alanlarını ve köyün gelişme alanlarını belirlemeye yönelik bir plan türü. Oluşturulan parseller köyde ikamet edenlere çok uygun şartlarla satılıyor ve beş yıl içinde üzerine bina yapmaları ve 10 yıl süreyle de satmamaları zorunluluğu var. Ancak belki de bu kısıtlamalardan dolayı köyler genellikle bu maddelere göre değil, kentlerde kullanılan 3194 sayılı İmar Kanunu’na göre planlanıyor çoğunlukla.
Taslağa gelirsek; köyler için iki tür plan öneriliyor Kırsal Alan Yenileme Planı ve Köy Yerleşim Planı.
Köy Yerleşim Planı, zaten mevcut kanunda da yer alan bir plan türü. Uygulama alanı var, ancak nüfus kaybeden köyler için çok da gerekli olmayan, aşırı büyüme baskısı altındaki köyler içinse yetersiz kalan bir araç. Öneride eskiye göre bir değişiklik şu; parsellerin sadece köyde ikamet edenlere değil, köy nüfusuna kayıtlı olanlara da satılabileceği, bu şekilde köye dönüşün teşvik edileceği söyleniyor. Bu kapsamda olumlu olsa bile, kentsel baskı altındaki yerlerde ve turizm alanlarında köyde yaşamayıp köy nüfusuna kaydolarak bu avantajdan yararlanılması ve zamanla köyün niteliğini kaybetmesi tehlikesi de söz konusu.
Taslakta önerilen ikinci plan türü ‘Kırsal Alan Yenileme Planı’.
MADDE 41- (1) Köylerde; arazi toplulaştırması, tarımda ortak kullanım alanları ve organize tarım, hayvancılık alanlarının oluşturulması, yerleşim alanları ve hayvan barınaklarının ayrılması, çevre düzenlemesi ve konut kültür ilişkisini gözetecek şekilde yapılaşmanın sağlanması, afet riski taşıyan yerleşim yerlerinin değiştirilmesi amacıyla kırsal alan yenileme planı uygulaması yapılabilir.
Bu plan anlaşıldığı kadarıyla tüm köyü değil, bir parçasını ele alan bir plan türü.
Farklı konularda odaklanan yenileme planları yapılabilmekte, yine de yerleşim yerinin değiştirilmesi gibi büyük müdahaleler de bu planla mümkün.
Taslakta ‘Kırsal Alan Yenileme Planı’nın gerekçesi ise daha da ciddi bir endişe yaratıyor;
Gerekçe-“Madde 41- Kırsal alan yenileme planı ile kentlerimizde uygulanan kentsel dönüşüm projelerinin kırsalda izdüşümü olacak yeni bir müessese getirilmektedir. Planlı ve yaşanabilir kırsal alan yerleşiminin teminine yönelik planlama, mülkiyet ve finansman hususlarını düzenleyen yeni ve çağdaş bir müessese getirilmektedir”
Bu ifade ile ‘Kırsal alan yenileme planı’, ne yazık ki ülkemizde “yenileme” kavramının uygulamadaki karşılığı olan büyük çaplı müdahale ve kamulaştırmalara karşılık gelmekte gibi görünmektedir. Kentlerde planlama geleneği dışında ve neredeyse bir mevzuatı olmaksızın uygulanan, toplumsal sonuçları ortada olan kentsel dönüşüm projelerinin, köyler için hazırlanan bu taslakta örnek olarak alınmaması gerekir.
Ne tür bir plan olduğu net anlaşılmayan yenileme planının, yaşanabilir bir kırsal yerleşmenin sağlanması için planlama da dahil finansman ve mülkiyet gibi bir çok hususu düzenleyen bir “müessese” olarak tanımlanması da hatalıdır.
Kanunda köylere verilen geniş yetkiler arasında özellikle 2B alanlarının yapılaşmaya açılması tehlikesi taşıyan hükümler yer almaktadır. Kırsal alanların “dönüşümü” bu kapsamda daha da endişe verici olmaktadır.


1930’ların ideal köy modeli
1924 tarihli 442 sayılı Köy Kanunu’ndan maddeler (bazıları kentlerde de olsa diyesi geliyor insanın) Madde 13 - Köylünün mecburi işleri şunlardır:

»Sıtma, sivrisinek tarafından aşılandığı ve sivrisinek de su birikintilerinde barındığı ve ürediği için her şeyden evvel köy sınırı dahilindeki su birikintilerini kurutmak
»Köylerdeki kuyu ağızlarına bir arşın yüksekliğinde bilezik ve etrafını iki metre eninde harçlı döşeme ile çevirmek
»Köyün her evinde üstü kapalı ve kuyulu veya lağımlı bir hala yapmak ve köyün münasip bir yerinde herkes için kuyusu kapalı veya lağımlı bir (Hela) yapmak
»Köyde evlerin etrafını ve köyün sokaklarını temiz tutmak, her ev kendi önünü süpürmek
»Köy yollarının ve meydanının etrafına ve köyün içinde ve etrafındaki su kenarlarına ve mezarlıklara ve mezarlık ile köy arasına ağaç dikmek. (Köylü her sene adam başına en az bir ağaç dikecek ve bu ağaç tamamen tutup yeşilleninciye kadar ağaca bakacak va yeni dikilmişlere hayvanların sürünerek ve kemirerek zarar vermesinin önünü almak için etrafına çalı çırpı sarıp muhkemce bağlıyacaktır.)
»Köyde insanlarda salgın ve bulaşık bir hastalık çıkarsa veya firengili adam görülürse o gün bir adam yollıyarak Hükümete haber vermek. (Bu haber üzerine kazadan memur gelinciye kadar hastanın yanına bakacaklardan başkalarını sokmamak lazımdır.)
»Ekine, mahsule, yemişli, yemişsiz ağaçlara, bağlara, bahçelere zarar veren kuşları, böcekleri, tırtılları öldürmek. (Bunun için hangi türlü kuşların ve böceklerin hangi zamanlarda ve nasıl öldürülmesi lazım geldiği Hükümetten sorulacak ve nasıl öğretilirse öyle yapılacaktır.)
»Mecbur olmadıkça yol üzerine halkın kolaylıkla gelip geçmesine dokunacak şeyler koymamak
»Birdenbire yıkılarak altında adam ve hayvanat kalacak derecede çürümüş veya eğilmiş duvar veya damları bir sakatlık çıkarmaması için yıktırmak veya tamir ettirmek;
»Köy içinde bila zaruretin hayvan koşturmamak
»Devlet parasını kıymetinden aşağı aldırtmamak
»Bir adamın suda veya başka suretle başına bir felaket gelince onu kurtarmak elinde iken yardım etmek;
»Bir hayvana götüremiyecek kadar yük yüklettirmemek
»Bir yeri kazarak başkalarının hayvan ve davarlarının düşüp ölmesine ve sakatlanmasına sebep olmasına meydan vermemek
(Kaynak: Afet İnan, 1972,
Devletçilik İlkesi)

Etiketler: , , , ,