SonTahlil

Tasarım politiktir.

27 Şubat 2009 Cuma

Tasarım fikirlerinin seri üretimi

Mobilya fuarı takıntısı olanlar, "bu sene Stockholm'dekini kaçırdım" diye hayıflanmasın. İster kriz deyin, isterseniz tasarım dünyasının yaratıcılık tıkanıklığı, Stockholm Mobilya Fuarı açıkçası çok tatmin edici değildi. Yine de, fuarda karşılaştığım bir iki proje, son zamanlarda gözlemlemekte olduğum bir trendi onaylamaları açısından önemliydi. Sözkonusu trendi ben "tasarım fikirlerinin seri üretimi" olarak adlandırıyorum. Tabii ki, burada "seri üretim"i klasik anlamıyla kullanmıyorum, daha ziyade kısa/kısıtlı bir zaman dilimi içerisinde baştan sona tasarlanıp üretilen artifaktlardan bahsediyorum. Üstelik çoğu zaman fark yaratabilmek amacıyla, tasarım sürecine ilişkin bu ilginç özelliğin, artifaktları özgün kılma adına ön plana çıkarıldığını da görüyoruz.

Bahsettiğim trende fuardaki işler arasından verebileceğim ilk örnek İsrailli tasarım stüdyosu Godspeed'in "speed-furniture" adını verdikleri seri. Sadece bir saat içinde tasarımı/üretimi tamamlanan bu serideki ürünlerde malzeme olarak Tel Aviv'deki marangozlardan toplanan atık ahşap parçalar kullanılmış. Yine fuardan bir diğer örnek ise Gävle Üniversitesi'nin 'Tasarım ve Ahşap Teknolojisi' bölümü öğrencileri tarafından düzenlenen bir çalıştay sonucu ortaya çıkan ürünler. Tasarımcılar, yalnızca on günlük bir çalıştay sonucu baştan sona tasarımı ve üretimini gerçekleştirdikleri mobilyalarda malzeme kısıtlamasına da giderek yalnızca likra ve huş ağacı kullanmışlar.


Sözünü ettiğimiz trendi incelerken verebileceğimiz örnekler yalnızca bu iki projeyle sınırlı değil tabii ki. Yine mobilya tasarımı alanından hemen akla gelen bir diğer örnek "100 Günde 100 Sandalye". Gamper Martino'nun bu projesi ismiyle kendini açıklıyor zaten. Haydi, biraz da alan değiştirip grafik tasarımına geçelim: Şerifcan Özcan on saatte on iş tasarladığı bir portfolyo üretmiş. Bunu yaparken de, kendisini motive eden tek şey, portfolyosuna yeni birşeyler ekleme isteğiymiş. Ne gariptir ki, bu bir saatte bitirdiği işlerden biriyle ilgilenen bir müşteri bile çıkmış. Bu ve benzeri projeleri teker teker daha detaylı incelemektense, böyle bir trendi tahlil etmek adına biraz fikir egzersizi yapalım istiyorum.

Bana sorarsanız bu olguya birkaç açıdan yaklaşmak mümkün. İlk olarak, tasarımcılar yıllardır yalnızca seri-üretim için değil, seri-tüketim için de tasarladıklarının farkına çoktan varmaya başladılar. Güncel krizler de hesaba katılırsa, artık tasarımcıların senelerdir savurganlık kültürünün belirlediği paradigmaya göre çalıştıklarını farketmiş olmamaları mümkün değil. Bu nedenledir ki, söz konusu trend altında incelediğimiz örneklerde, tasarımcıların tam da bu paradigmaya getirdikleri eleştirilerini işleri yoluyla ortaya koyduklarını söyleyebiliriz.

Bu trende daha şüpheci bir açıdan yaklaşanlarımız, tasarımcıların "tasarlanmış" nesnelere atfedilen prestiji kendi lehlerine--tabiri caizse--sömürmeye başladıklarını pek tabii iddia edebilirler. Söz konusu tasarımcıların, "yıldız tasarımcı" olarak adlandırılan meslektaşlarının son birkaç onyıldır yaptığından çok da farklı olmayan bir şekilde, ancak bu kez "yeraltı" bir yaklaşımla, bir 'tasarlanmış dağınıklık' sosuyla, bu prestij fırsatını kullandıklarını söylemek olası.

Konuya işbölümü ve ekonomi perspektiflerinden bakmak da bize yeni bir yorum yapma olanağı sağlaması açısından faydalı olabilir. Üretim süreçleri giderek otomatize olup sermayenin küreselleşmesi de arttıkça, "mavi-" ve beyaz-yakalı çalışan" kavramları da büyük bir değişime uğruyor. Esnek pazarlar ve küreselleşmenin getirdiği şartlar beyaz yakalı işlerin bölüm ve dağılımını değişime zorluyor. Nasıl yirmi sene önce üretimin taşeronlaştırılması konuşuluyorsa, bugünün şirketleri de danışmanlık--tasarımın da bir parçası olduğu--işlerinin taşeronlaştırılmasını konuşuyor. Tasarım, giderek, danışmanlık firmaları tarafından pakete dahil olan bir yan hizmet olarak, ayrıca fiyatlandırılmaya dahi gerek duyulmaksızın, bedavaya verilmeye başlanıyor. Bu olguya özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki rekabetçi firmaların hizmetlerinde tanık oluyoruz.

Yukarıda tartıştığımız örnekler, bu olgulara verilen bir dizi tepki olarak algılanabilir. Peki başka türlü bir tasarım tepkisi mümkün mü? Ronald Jones'a göre, tasarımcıların disiplinlerarası becerilerini sürekli geliştirdiği, nesne-odaklı pratiklerden ziyade "gayrimaddi değerler" yaratma üzerine kafa yordukları, "deneyim tasarımı" yaklaşımı başka bir perspektif sağlayabilir. Jones, "Are You Experienced?" başlıklı son yazısında bu perspektifi şu şekilde irdeliyor:
kendi ekonomik avantajları cep telefonları için prototip tasarlamaktan ziyade seri-üretimle mümkün olan Çin ve Hindistan tasarımı bedavaya verdikçe ve bariz olan göstergeler üzerine harekete geçmeye başladıkça [bir 'iş dünyası' sanatı olarak deneyim tasarımının] yükselişi daha da hızlanacak. Çin ve Hindistan'ın maddi değerlerin seri-üretimindeki verimliliği Batı dünyasındaki küçük ancak büyümekte olan sektörleri gayrı-maddi ve dağıtımı kolay değerler (deneyimler de dahil olmak üzere) yaratmak adına serbestleştiriyor.
Peki, üzerine fikir yürüttüğümüz bu son gelişmelerin ışığında, bizi nasıl bir geleceğin beklediği hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sergilenen ürünlerin gerçek-zamanlı olarak tasarlanıp üretildikleri mobilya fuarlarına mı tanıklık edeceğiz? Yoksa deneyim fuarlarını ziyaret edip "gayri-maddi değerleri" mı inceleyeceğiz?

Etiketler: , , , , ,

17 Şubat 2009 Salı

Merhaba, ben "Budala Fabrikası"ndanım

Stokholm'de günlük hayat genelde oldukça sakin--kamusal alanda gerginlik hissettiğim ya da güvenliğimden şüphe duyduğum anların yok denecek kadar az olduğunu itiraf etmeliyim. Ne var ki, yakınlarda, şehrin ana tren garının kapısından içeri adımlarımı atarken üzerime bir huzursuzluk çöktü. Garda şu sıralar aldığım bir ders kapsamında yapacağımız bir proje için saha araştırması yapmak amacıyla bulunmaktaydım. Amacım fotoğraf çekmek, insanlara bir kaç soru sormak, ve kimbilir, kendimde yeterli motivasyonu bulabilirsem belki de biraz "Durumcu gözetleme" yapmaktı. Şehrin böylesine önemli bir noktasında, "şüpheli eylemler"de bulunan ve T.C. pasaportu taşıyan biri olarak--9/11'in getirdiği koşullar da göz önünde bulundurulursa--diken üstünde olmam size normal gelebilir. Ancak ne garip ki, beni huzursuz eden, pasaportumdan ziyade, hangi okulda okuduğumu açığa vuran öğrenci kimliğimdi. Açıklayayım.


Yaklaşık üç hafta önce, bizim okulda (Konstfack) okumakta olan güzel sanatlar öğrencisi 35 yaşındaki Anna Odell, son projesinin hazırlık çalışmaları kapsamında, Stokholm'deki bir köprüden atlama rolü yaparak sözde intihar girişiminde bulundu. Çevredekilerin çabaları sayesinde bir ambulansa bindirilerek hastaneye kaldırıldı. Bu süreçte--en azından basından öğrendiğimize göre--bağırma, tükürme ve fiziksel şiddeti de içeren davranışlarla kendisine yardım etmeye çalışanlara sertçe direndi. Sonunda sakinleştirici iğnelerle kontrol altına alınan Odell, o geceyi müşahede altında geçirdi. Ancak uyandığında hikayenin iç yüzünü doktorlara anlatan Odell hastaneden çıkarak günlük yaşamına geri döndü.

Tüm bu olaylar dizisi sonucunda İsveç'te büyük bir tartışma başladı. Belli ki, İsveçliler, verdikleri vergiyle finanse edilen bir eğitim kurumunda nasıl olup da böyle bir projenin onaylandığını anlamakta güçlük çekiyorlar. "Neden güzel güzel resimler heykeller yapmakla yetinemezler ki?" tadındaki isyanlardan tutun da, "bizim hastaneye tekrar gelsin ve ona bir Haloperidol iğnesi yapayım da ne kadar eğleneceğini görelim. Bundan daha güzel enstalasyon mu olur?" diyen doktorlara kadar, Odell'i çok farklı seviyelerde eleştirenler oldu. Olayın üzerinden birkaç hafta geçmesiyle, Konstfack tam rahat bir nefes almak üzereydi ki, ikinci bir hadiseyle okul tekrardan eleştiri oklarının hedefi haline geldi.

Geçen hafta, İsveç'in Kültür Bakanı Lena Elisabeth Adelsohn Liljeroth Stokholm'de bir sergiyi ziyaret ederken hiç de hoşuna gitmeyen bir sanat işiyle karşılaştı. İş bir performans videosuydu ve videoda görülen, "NUG" takma adlı sanatçı, metroda trenlerin camlarını kırıyor, duvarlara graffiti yapıyordu. İyice sinirleri oynayan kültür bakanı, galeri sahibine bu işte kimin parmağı olduğunu sordu. Aldığı cevap ise--ne tesadüftür ki--"Konstfack'ta okuyan bir güzel sanatlar öğrencisi" oldu.

Şimdi ise, Stokholm'de toplu taşımacılık hizmeti veren SL şirketi, tüm maddi ve manevi zararlar için Konstfack'tan 100000 İsveç Kronu (yaklaşık 10000 euro) değerinde bir tazminatın tarafına ödenmesini istiyor; Konstfack rektörü Dr. Ivar Björkman, ana televizyon kanallarına çıkarak meraklı sorulara cevap veriyor; ve basın okulda cirit atıyor. Ülkenin
Dagens Nyheter adlı önemli bir gazetesinin websitesinde, habere yapılan okuyucu yorumlarından biri Konstfack'ı "Budala Fabrikası" olarak nitelendiriyor.

Aslında okul binasının eski bir telefon fabrikası olduğunu düşünürsek, benzetmenin en azından ikinci yarısı çok da alakasız olmayabilir; ne dersiniz? İlk yarısını doğrulamak ise sanırım biz öğrencilere düşüyor!

Etiketler: , , , , , , ,